7 Aralık 2009 Pazartesi

Türk kadınının benchmarking sorunsalı

Türk kadınlarının kendilerini sürekli başka ulusların kadınlarıyla "benchmarking" yapmasına anlam veremiyorum.

Bu kıyaslamadan kendi adına olumlu sonuç çıkaramayan kadınlarımızın kendine güvensizliği artıyor ve bunun yansıması da diğer ulusların kadınlarından nefret etmek, Türk erkeklerini başka ulusların erkekleriyle kıyaslayıp, hatta onları aşağılayarak cezalandırmak oluyor.

Belki de sorun buradadır.
Ben yakın çevremdeki erkeklerden bugüne kadar "İtalyan erkekleri bizden yakışıklı" diyen kimseyi duymadım. Kadınlar, -yabancı hemcinslerinin varlıklarından rahatsız oldukları besbelli- bu konuda fazlaca sıkıntı yaşıyor ki yansıması da bu tip tartışmalar oluyor.

Unutmadan, bir de, "Türk erkeklerinin yabancı kadınlara kaçma" durumunu "bezginlik" olarak görüyorum.

Zaten arz-talep dengeleri bu denli altüstken kadınlarımız "çirkin" erkeklerimizden bir merhaba'yı esirger, sokakta yüzleri asık kaşları çatık gezer, sosyal bir sohbet amacıyla konu açmaya çalıştıklarında kendisine ilgi gösterildiğini düşünüp insan değil tanrıça olduklarını zannederlerse ellerindeki beğenmedikleri adamları da kaçırırlar...

Türk erkeğinin bir stereotip olduğunu kabul etmiyorum.
Erkek yaradılışı gereği her yerde aynıdır, istediğini aldıktan sonra kendisine başka hedefler arayacaktır. Farkı yaratan, hedefine ulaşma metotları ve ulaştıktan sonra uzaklaşma şeklidir bence. Herhalde yabancıların egzotizmi farklı bir etki yaratıyor (aynı şeyi Rus kadınların Türk erkeklerine kapılmasıyla da açıklayabiliriz belki?).

Mütevazi olmayı öğrendiğimiz, karşı cinse karşı öfkelerimizden arındığımız neşeli günler diliyorum hepimize.

Not: Daha önce bir blogun altına yorum olarak yazmışım bu yazıyı, görünce burada da bulunması gerektiğini düşündüm.

1 Kasım 2009 Pazar

Bir traşın anatomisi...

20 Ağustos 2009 Perşembe

İlk görüşte aşk

"O'nu çok sevmedin galiba" diye sordu arkadaşım...

Anlatmaya başladım...

O'nu da sevmiştim bir zamanlar...
Fakat, aramızda bir tutku, bir kıvılcım hiç bir zaman olmadı. Biraz zorunlu, biraz da alışkanlıktan ötürü bir birliktelikti zaten bizimki.
Bunda onun mu, benim mi kabahatim var bilmiyorum.
O sakinliği severdi, ben adrenalini... O "önce sevgi" derdi, ben "önce tutku".
Günün sonunda birlikte aynı eve giriyorduk belki, ama bu zıtlıklarımız yüzünden birbirimize karşı isteğimiz kalmamıştı. Aynı hisleri paylaşmadıktan sonra, aynı ortamda olmanın ne değeri var ki?
Zaten son zamanlarda kendisiyle fazla da görüşmemeye başlamıştık. Canımı sıkmamaya karar verdim, yollarımızı ayırdım ve akışına bıraktım.

Sonra... Kızıl'la tanışınca herşey değişti. Uzun zamandır hissetmediğim şeyleri onda hissetmeye başladım. Yasak aşk'ın çekiminden olsa gerek, belki ilk kez aşık olduğumu düşünmeye başladım.
Kıskançlık, emek, özveri, sahiplenme, ihtiras...
Onunla tutku dolu zamanlar geçirdik.
Kimi zaman birbirimizi incittik, kimi zaman birlikte bir şeyleri başardık, kimi zaman da yüksek dozda heyecanlı anlar yaşadık.
Her yere birlikte gittik, ellerim, birlikte olduğumuz süre boyunca ellerini hiç bırakmadı. Ona dokunmayı, kokusunu hep özledim.

Bu tutkuya rağmen, her ilişkide olduğu gibi bir süre sonra ateşimiz söndü. Ona karşı isteğim azalmıştı, ama yaşadıklarımızın hatrına ona olan sevgimi hep canlı tutmaya çalıştım.


Ve bir gün, hiç beklemediğim bir yerde, hiç beklenmeyen zamanda karşıma çıkan o esmer...

Benim aklımı başımdan alan ve son günlerde kendisinden başka hiç bir şey düşünememe sebep olan da bizzat kendisidir.
Görüntüsü, ses tonu, duruşu... Ona bakması dahi beni baştan çıkarıyor, onu düşünmek karnımda kelebekler uçuşmasına sebep oluyordu...
Bana hissettirdiklerini herhalde hiç bir kelimeyle tarif edemem.

İlk görüşte aşık oldum ona.
Aklımda ona sahip olmaktan başka hiç bir şey yoktu.
Ne yaptım, ne ettim, elimden geleni ardıma koymayarak ona sahip olmayı başardım.

Daha önce hiç böylesini yaşamadığımı, ona sahip olduktan sonra anladım.
Sesini her duyduğumda heyecandan deliye dönüyor, dokunacağım zaman ateş basıyor, her gördüğümde nazar değmesin diye dualar ediyorken buldum kendimi...
O esmer'le her sabah ve her akşam tutkularımızı paylaşıyor, adrenalini artırıyor, aşkımızı perçinliyoruz...

Seni seviyorum.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Kişilerarası CRM'sel...

Hiç cevap vermediğiniz halde her sene kandil mesajı atan arkadaşlarınız/tanıdıklarınız var mı?

Bu durum beni sinirlendirmese de ciddi ciddi düşündürüyor. Senede 5 kere aynı kişilerden benzer metinleri alıyorum. Hiç bir seferinde cevap yazmadığım gibi, mesajı da okumamın ardından derhal siliyorum.

O zaman niye her seferinde SMS'le kandil kutlaması?

Bir de aile büyüklerine (dedelere, anneannelere) SMS'le aynı mesajları göndermek var ki...
İnsanların gözleri zaten zor görüyor, telefonu ancak kullanabiliyorlar.
Söz konusu mesajları torunlarına okuttuklarında zaten bir sonraki kandil gelmiş oluyor.

Madem teknolojiye uyduk...
"Amin yaz, 3540'a gönder, duaların kabul olsun" diyorum.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Çok pis (sübjektif) saptamalar yaparım

Şimdi yapacağım, sıkı durun...

Yok, ben o "Uzun menzilli kurusıkı"lardan değilim.

Fakat, söyleyecek çok kısa bir şeyim var.

Madem böyle bir saptama yapacaksınız, o halde "X yerdeki Z ve Y popülasyonları"nı kategorize ederken, yanına +1 kategori daha eklemeyi unutmayın.

Örneğin Friendfeed ortamındaki insanları elinizdeki (kendi yorumlama ve gözlem yeteneğinize dayanan) verilerle çeşitli şekillerde kategorize ederken (davranış modeli bunlar arasında en revaçta olanı), mutlaka "Ciddi bir sosyolojik saptama yaptığını zannederek kitleleri uyandıran adam" kategorisini ekleyerek kendinizi de olaya dahil edin.

+1 kategori daha eklemek önemli. Numuneleri es geçmemek lazım.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Erkeklerin "yolda çiçek taşıma" sıkıntısı

Erkekler neden ellerinde çiçek varken huzursuz olurlar?
Bunu düşündüm dün akşam.

Sebebi de, Pamuk Prenses'le Bahariye Starbucks'ta gördüğümüz, elindeki çiçekleri, vereceği kişinin münasip yerlerine sokacakmışcasına yürüyen sert bakışlı arkadaş'tır. Ona ithaf ediyorum bu yazımı...

O yüz ifadenin sebebi neydi arkadaşım? O çiçekleri yol boyunca taşıttığı için sevgiline sövüyor musun?

O bir deste kırmızı gül'ü, trafikte yandaki arabadan küfür yemiş ve sinirle arabandan "haydar"ını kapıp fırlamış edasıyla tutmanın alemi neydi sorarım sana?
Elinde tuttuğun, sevdiceğin için aldığın çiçeklerin kabahati nedir ki parmakların boğum boğum olmuştu demeti sıkmaktan?

Sonra çözdüm...
Bir çok erkek, benzer pozisyona düştüğünde etraftaki diğer erkekler tarafından alaycı bakışlara maruz kaldığını düşünüyor.
Oysa ki bilmedikleri bir şey var; alay edilmiyor, kıskanılıyorlar!

Evet, seni kıskanıyorlar arkadaşım.
Hayatında o çiçeği vereceğin, seni mutlu eden bir sevgilin, güzel bir annen veya değerli başka birileri var ve bu, dışarıdaki bir çok insanı mutsuz ediyor!

Aklı olan adam bu negatif düşünce akımından sıyrılır, hasetle bakan yüzlere inat ışıl ışıl bir yüzle, dimdik taşır çiçeğini.

Haydi git şimdi, bir daha öyle görmeyeyim seni. Çiçeklere de iyi davran, (TT'ye özel edit) çevrendekilere de.

19 Nisan 2009 Pazar

Cambaz

Çocuk değiliz.
Hani karşındakini görürsün, duyarsın, hissedersin ama "yok, daha vakti değil" dersin...

Bazen şeytan dürter, "haydi, tam sırası!" diye haykırır.
Kafayı başka tarafa çevirir, dikkatini dağıtmaya çalışırsın, pas geçersin anı.
Sonra gecenin bir vakti o anı hatırlayıp şeytana uymadığın için bir küfür patlatırsın.

Neden cesaretini toplayıp harekete geçemediğini düşünürsün... Niye böyle tutuk kaldığını anlamaya çalışırsın... Çıkamazsın işin içinden.

"Hani küçük çocukların eline, o çok sahip olmak istedikleri güvercinleri verirler de, hem güvercini rahat ettirmek hem de kaçırmamak için ellerinin ayarını tutturma tedirginliği yaşarlar ya... O hesap işte!" dersin.
Kendini metaforlarla ifade etmeye çalışır, hayatını kurtaracaklarını sanırsın.

Birisine ne kadar kıymet biçersen, o kadar inceliyor onun kalbine ulaşmak için üzerinde yürüdüğün ip!


İşte, altında ateşler olmayan o incecik ipin üzerinde yürüyorum bugünlerde.
İnsan karşıya ulaştığını bile bile şeytanını dinlemez mi?
Bir dahaki sefere, kulağım kendisinde...

15 Nisan 2009 Çarşamba

Çevremde...

Güler yüzlü insanlar istiyorum...
Çevresine kara bulutlar saçmayan, her sorunda car car söylenmeyen...

Sorunları aşabilen insanlar istiyorum...
Takılıp kalmayan, uyandığında yeni bir güne keyifle başlayabilen...

Sağduyulu insanlar istiyorum...
Durumunu ve çevresini iyi tartabilen, ayakları yere basan...

Sakin insanlar istiyorum...
Öfke nöbetleri geçirmeden, sakinliğiyle karşısındakileri utandıracak...

Hayatla barışık insanlar istiyorum...
Kötümser olmayan, laf dalaşına girmeyen, her taşın altında gedik aramayan...

İçten insanlar istiyorum...
Sevincini de hüznünü de içinden geldiği gibi paylaşan, biriktirmeyen, sinsi olmayan...

Kaliteli insanlar istiyorum...
Hayatı yaşamasını bilen, mutluluğu amaçlayan, ağzı laf yapan değil iki kelimeyi bir araya getirip konuşabilen, özgür, idrak yolları açık, iletişime, diyaloğa ve yeniliğe sıcak bakan, hatalarından ders alan, durması ve susması gerektiği yeri bilen...

İstemediklerimi düşünerek hazırladım bu listeyi.
Tersine düşünün; ne istediğinizden ziyade, ne istemediğinizi sorgulayın. Daha sağlıklı sonuçlar elde edeceksiniz...

30 Mart 2009 Pazartesi

Your mom must be proud!

Sarkastik bir yaklaşımla böyle denir, büyük düşündüğünü, büyük iş başardığını sanan insanlara.

Bu sabah, yatağında uyuyan kardeşimi gidip öpmeme ve içten içe onunla gurur duyduğumu söylememe sebebiyet veren bir yaklaşıma şahit olduğumdan bunu yazıyorum.
Henüz yeni 18 yaşına basmış kardeşimin, arkadaş çevresinin büyük çoğunluğunun apolitik olmasına rağmen ülke ve dünya siyasetine karşı duyarsız olmadan, en temel vatandaşlık haklarından olan oy kullanma görevini ilk kez sandık başına giderek yerine getirdi.

Bu nosyonu alamayıp bununla övünen çocuklara da "your mom must be proud" diyorum. İçimden.

İşin en kötü yanı, bu gençlerin kendilerini demokraside söz sahibi bir birey olarak görmemeleri.
Sandığa gidilip inandığı ama azınlıkta olacak partiye verene saygı duyarım. Yine sandığa gidip, boş atanı dahi kabul edebilirim. Ancak, sandığa bile gitmemek...
İnsan, kendini bile ciddiye almıyorsa, etrafından nasıl saygı bekleyebilir?

Kaçış yolları ise "kendilerine yakın bir aday" bulamamaları.

Bütün bunlar, 80 sonrasında gerçekleştirilen apolitikleştirme çabalarının meyveleri aslında. Hem de, beklenenden çok daha başarılı bir şekilde, zira bu çocuklar bunları söylerken utanç dahi duymuyor, göğüslerini kabarta kabarta kendilerini belli ediyorlar.

Konuşacak bir şey yok ama söylenecek çok söz var.
İçimden "bu çocuklar adam olacak, evlenip barklanacak, çocuk yetiştirecek" diyorum...
Tahayyül dahi edemiyorum.

11 Mart 2009 Çarşamba

Aşk 2.0

Kadın, arabaya biner binmez "Sakın bana dokunmaya kalkma!" dedi. Adam, onun elinin sıcaklığını hissedebilmek için ölüyordu oysa ki...

-------------------------

Kişilerarası iletişim şeklimiz çok değişti.
Modern zamanlarda aşk gerçektekten de uçup gitti.

Haydi, size yukarıdaki adamla kadının hikayesini anlatayım.

Üniversite boyunca 5 sene aynı bölümde okudular. Birbirlerini değil tanımak, görmediler bile.
Çünkü ayrı dünyalardaydılar; çocuk bir hedonist, kız ise idealist'ti.

ICQ'nun olduğu günlerde ellerine tanışma fırsatı geçmişti, çünkü bir forumda başlayan mesajlaşma, onları ICQ'da bire bir sohbete yöneltmişti.
Aynı bölümde olup farklı dersleri almalarından ötürü merhabalaşamadılar.
Sonra ICQ devri kapandı, onlar da birbirlerini -fiziksel anlamda yakın olmalarına rağmen- unuttu gitti, bir çok sanal arkadaşlıkta olduğu gibi...

Uzun zaman geçti, şans bu ya, üniversite son sınıfta, ortak bir proje esnasında tanıdılar birbirlerini.

Bu zaman zarfında çocuk, genç bir adam olmuş, ayakları yere basmaya başlamış vaziyette, hayatının kontrolünü eline almaya hazırdı.
İşine gücüne bağlı, yaptığı işi çok iyi beceren ve duyguları sürekli kontrollü olan bu genç adam, idealist kızın başını döndürdü.
Daha önce hiç bir erkek ona ilgi göstermemezlik etmemişti çünkü.
Kız ona sonradan, "Hiç kimse bana, sana karşı hissettiklerimi hissettiremedi, başımın bu denli döneceğini hayal bile edemezdim" diyecekti ona.

Önce birbirlerinin telefonlarını aldılar. Malum, öğrencilik zamanının kısıtlı bütçesiyle kısa kısa konuşmalar ve bol bol bedava SMS'lerle bir süre flört ettiler.
Artık MSN Messenger'da birbirlerini eklemenin vakti çoktan gelmiş de geçiyordu...

Kız, o zamana kadar bu gizemli genç adamı yalnızca yakışıklı ve heyecan verici bulurken, onunla geceler boyu sanal ortamda yaptığı sohbetlerle onun hayatının dışa vurmadığı kesimleri de keşfetti.

Bir süre sonra bu duyguların hepsi, aşk oldu.

Dolu dolu, büyükçe yaşadılar aşkı. Ne yaşadıkları onlara kalsın...

Uzun bir süreden sonra bu modern aşk hikayesi nedensiz sebeplerle, gereksiz dolduruşlarla solmaya başladı.
Beklenen oldu ve araları bozuldu.
Ne olduysa da oradan sonra oldu.


Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, elleri birbirinden ayrılmayan, gözlerinden ışıklar saçan, aynı yastıkta uyuyan, yüzlerinden gülücük eksik olmayan o adam ve kadın, birbirleriyle sağlıklı iletişim kuramaz hale gelmişlerdi. Ancak, ayrılamıyorlardı da.

Erkek kabul ediyordu. İnce bir insan değildi, ama durumu düzeltmek amacıyla bir cevap aradıkça, kadın ondan uzak durdu. Erkeğin farkında olduğu şey, gururu bir kenara bırakıp sevgisini geri kazanmak istediğiydi, ve bunun için çabaladı da.
Kadın, -üzüntüden kontrolünü yitirmiş olsa gerek- sürekli geri çevirdi onu.
Sonunda, erkek pes etti.

Erkeğin sessizliğinin üzerinden 1 hafta geçmişti. Artık ondan ne ses vardı ne seda. Halbuki daha önce hiç 24 saatten fazla birbirlerinden haber almadıkları olmamıştı.
Bu süre çok uzun geldi. Kadın kontrolü iyice yitirdi ve Facebook üzerinden anlamsız kıskandırma çabalarına girdi erkeği.
Yeni resimler yüklüyor, resimlerinin altına yorumlar alıyor, erkeğin hoşlanmadığı metaların her birini kullanarak onu kıskandırmaya, ondan bir tepki almaya çalışıyordu.

İstediği tepkiyi aldı. Erkek bu psikolojik baskıya daha fazla dayanamadı, ondan haber almamak pahasına, canı acımasına rağmen onu Facebook'tan engelledi, MSN Messenger'dan engelleyip sildi.
Artık görüşmüyorlar.

Geri kalan kısmı erkek perspektifinden biliyorum. Anlatayım...

O adam, aşık olduğu kadının bu davranışlarını hiç anlayamadı.
Kendi vakur duruşunu koruduğu için kendisiyle gurur duyuyordu, ama bir yandan da kederliydi.
"2.0 işte... Böyle oluyor bu zamanda demek ki..." deyip geçiştirmeye çalıştı.
Çünkü kafasını bu konu üzerinde daha fazla yorarsa, akli dengesini yitirmeye başladığının farkına vardı. O yüzden silmişti onu zaten.

Sordular, "Karşına alıp konuşmayı denedin mi?" diye.
2.0'da konuşmanın değeri olmadığını nasıl anlatabilirdi etrafındakilere?
Cevabı "Söylenecek çok şey var, ama konuşacak hiç bir şey yok" oldu.

O, çoktan kabullenmişti 2.0 kurallarını.
Birbirlerinin seslerini duymadan, duygularını hissetmeden, Facebook üzerinden oynadı taraflardan birisi son kozlarını. Birbirlerine bir nefesten daha yakın olan bu çift, imalı status mesajlarıyla, yeni fotoğraflarla, yorumlarla toparlamaya çalıştılar bu ilişkiyi.

Belki de ihtiyaçları olan tek şey, sıcacık bir dokunuş, bir öpücük, ya da uzun zamandır ihtiyaçları olan, başbaşa kalabilecekleri uzunca bir yalnızlıktı...

-------------------------

"...eğer elimi tutmaya kalkarsan arabadan inerim!" diyerek, gereksiz bir açıklama yaptı tekrar kadın. Halbuki, ilk cümlenin ağırlığı altında erkek zaten ezilmişti.

İnsan böylesi bir öfkeye karşı ne yapabilir?


Benim notum: Hayat taşıması ağır bir yük, ama bu yükü taşımak bu denli zor olmamalı. Onu gözümüzde büyüten biziz.
Elimizdekileri kaybeden de...

5 Mart 2009 Perşembe

5 dakikada Beşiktaş, 63 dakikada Avcılar!?!






İstanbul tarfiği ile herkesi bunalttı.
Allahtan "Saraylı Muhallebici" seçimlere 25 gün kala İstanbul'un bir ucunu, öteki ucuna bağladı da rahatladık!?


Aslında metrobüs yoluna astığı "Metrobüs açılışına ....gün kaldı" pankartlarını bıkıp usanmadan her gün yanileyen belediyeyi kutlamak lazım. (Önceleri "mavi branda üzerine neden beyaz sticker yapıştırıyor?" demiştim. Fakat sonradan belki de her gün değiştirdiğine dikkat çekmek istiyor dedim.:))


Açılışla birlikte duraklarda ve İstanbul'un çeşitli yerlerindeki billboard ve raketlerde metrobüs iletişimi yapılıyor. Sloganımız:

"Söğütlüçeşme-Avcılar arası 63 dakika"


Şimdi insan ister istemez düşünüyor, 63 dakika kimin algısını olumlu etkiler? Hangi vatandaş "Vay be demek sadece 63 dakika! İnsan gezmek için bile gider gelir yani" der?


Elbette eviniz Avcılar'da işiniz Kadıköy'de ise metrobüs işinizi oldukça kolaylaştıracaktır. Fakat insanların ilgisini çekip "vay be" dedirtecek vaadin "63 dakika" olmasını aklım almıyor.


Rakamlarla haber yapmak ve rakamlara PR değeri yüklemek oldukça kullanılan bir yöntem.
Fakat zaten çoğu zaman rakamlar insanlara bir şey ifade etmez. Bir kıstas bir , bir kıyas gerekir.

Ergenekon iddianamesi 2544 sayfa dersem uzun olduğunu çoğu insan anlar.
Ama iddianameyi, ortalama bir Türk vatandaşının ara vermeden 68 saatte, yani neredeyse 3 günde okuyabilir dersem farklı bir etki yaratırım.

Amerikalılar'ın %7'si hâlâ Elvis'in yaşadığına inanıyor dersem muhtemelen şaşırırsınız. Ama Amerika'da 22 milyonun üzerinde insan Elvis'in yaşadığına inanıyor dersem algı farklı olur.
Hatta muhtemelen siz de kafanızda kıyas yapar, belki de tüm İstanbul, bayramda Elvis'in elini öpmeye gittiğimizi düşünür, "yok artık" dersiniz:)

Sonuçta yapılan haberlere bakarsanız belediye sözünü tutmuş, yolculuk gerçekten 63 dakika sürmüş. Fakat deneme için aynı anda araçlarını da Avcılar'a yollayan muhabirler, kendilerinin olay mahaline "biraz" geç intikal ettiklerini görmüşler.

Olsun yine de metrobüs boş kalacak değil.

Ama doğru iletişim yapıp daha hızlı, güvenilir bir imaj yaratamazlar mıydı?
Sonuçta algı önemlidir, hatta herşeydir.
Şimdi ben size büyükşehir çalışıyor desem algı başka, İstanbul'un %45.3'ü çalıştığını düşünüyor desem başka, 1.918.686 kişi böyle düşünüyor desem bambaşka:)

18 Şubat 2009 Çarşamba

Barbar ağabey

Dün arabasının aynasına çarptığım, 3 saniye sonra hemen arabayı stop ettirip, inip, geçmiş olsun demek - özür dilemek için yanına yaklaşmak istediğim, ancak ben daha inmeye fırsat bulamadan bana saldırmak amacıyla arabamı yumruklamaya, kapısını zorlamaya ve camını kırmaya çalışan sayın barbar ağabeyime;

İyi ki kötü bir günümdeydim ve ağır davranıp arabamdan dışarı çıkma hatasında bulunmadım, yoksa birbirimizi hırpalayabilir, karakolluk olabilirdik. Bana bu sağduyulu yaklaşımımdan ötürü teşekkür etmelisin.

Ancak, sana kırgınım. Tek duyduğum şey "Çık dışarı it!" diye bağırışların. Halbuki arabamı yumruklamayı bırakıp beni bir dinleseydin;
-Sana solumdan gelen aracın beni sıkıştırdığını, onunla çarpışmamak için direksiyonu kırdığımı,
-Arabanın aynasıyla aslında alıp veremediğim hiç bir şey olmadığını,
-Arabanda oluşan hasarı karşılamak istediğimi,
-Senin zannettiğin üzere "it" olmadığımı, eğitim ve kültür seviyemi,
-Hatta "olur böyle şeyler yahu, iyi adammışsın" kıvamına geldikten sonra sana yaşadığım kötü günden dahi bahsedebilirdim.

Sen ne yaptın? 3 kuruşluk ayna için barbar gibi saldırmaya kalktın.
Kaybettin arkadaşlığımı.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Bir astsubay'dan öğrendim...

Askerdeyim. Ani Müdahale Mangası çavuşuyum ve astsubay'ın biri ile birlikte nöbetteyiz...

Gün uzun, sohbet konusu ilişkiler...
Bana 81 doğumlu, evli ve 2 yaşında bir çocuğu olduğunu söylüyor...

"Ne cesaret" diyorum, "para yok, pul yok, henüz çocuksunuz ve evlenip bir de çocuk yaptınız, öyle mi?".
"Neden böyle düşünüyorsun?" diye sordu.
"Varlık olmadan evliliğin yürüyeceğine inanmıyorum" dedim.

Bana hayatım boyunca unutamayacağım bir cevap verdi;
"Biz herşeyi birlikte yaptık. Evimize eşya alabilmek için birlikte biriktirdik, birlikte harcadık. Biz ilişkimizi nereden nereye getirdiğimizi bu şekilde görebiliyor, kıymetini çok iyi biliyoruz. Hazır şeyler her zaman cezbeder, ama bazı şeyleri birlikte yapmanın değeri bambaşkadır..."


Biz erkeklerin en büyük saplantılarından biri de, bir gelecek hayal ettiğimiz kadını refah içinde yaşatmaktır.
Refah anlayışımız
ise ağırlıklı olarak finansal verilerle tanımlanmıştır.


Bazen, bazı şanslı erkeklerin karşısına öyle kadınlar çıkar ki, başından itibaren birlikte büyümeye, gelişmeye, kalkınmaya, yorulmaya, elini taşın altına sokmaya çoktan razıdırlar; ve yine bazen, o şanslı erkekler bunu göremeyecek kadar içindelerdir saplantılarının.

"Kaliteli Hayat" hedefim için, tembelin biriyken, değişmek için plan yaptım ve bugünlere geldim.
"Mutlu Hayat", "Kaliteli Hayat"tan çok daha fazla istediğim bir bileşen.
Bunu formülize ettim ve şimdi ne gerektirdiğini çok daha net görüyorum. Uygulamak için şansım olursa da, mutluluk adına bunu başarmaya çalışacağım.

O gün bu konuşmayı yaptığım astsubay'dan duyduğum, fakat unutup bugünlerde hatırladığım bu sözleri artık çok daha anlamlı buluyorum...