5 Şubat 2010 Cuma

Formspring hesabımdan sorular-cevaplar

Bu ara üzerinde çok tartışılıyor, yerden yere vuranı da var, bağımlısı olanı da. Kendi adıma, ben sorulara cevap verirken çok eğlendim. Yakın zamanda işlerimi ayarlayabilir ve açmayı başarabilirsem yeni blogumda da etkin biçimde kullanmak istiyorum Formspring hesabımı...

Bazı sorular beni çok eğlendirdi ve zaman zaman üzerinde bir kez daha düşünmemi sağladı. Benim nasıl biri olduğum hakkımda da epey ipucu var aslında... Ben de Formspring'de kaybolup gitmesinler diye ciddi ve eğlenceli şeklinde ikiye ayırıp buraya not düşmek istedim...

Eğlenceli;

"adın ve soyadın çok havalı" diyen oldu mu hiç?
-Hayır, ilk kez duyuyorum.

ahkam kesmeyi, bildiğini göstermeyi sever misin?
-Eskiden severdim, şimdi çoğu zaman bilmiyormuş gibi davranıyorum. Daha eğlenceli.

2012 kehanetine inanıyor musun?
-Umudum var diyelim.

artist misin?
-Hem artist hem ukalayım.

karanlıktan korkar mısın?
-Küçükken de korkmazdım.

yeni nesil hastalıklardan sende var mı? (kırtasiye veya keçe sevgisi vb.
-Sanırım yok. Takıntılı olduğum hiç bir nesne yok. Ne kadar sıkıcı değil mi?

Maaşın ne kadar?
-Bunu söyleyemem. Maliye'den çok korkuyorum.

İleride sizin gibi birisi olacağım :P)))) ciddiyim, cevaplarınızı çok beğendim
-Başkası olma, kendin ol =)

hiç Hindistan’a gitmeyi istedin mi?
-Hayır, ama Japonya sırtlarında bir dağda, içi komple tatami döşeli ve verandalı bir ahşap evim olsun isterim. Sağanak yağmur yağdığında o verandaya kimonomla çıkıp bağdaş kurup doğanın sesini dinlemeyi ve shibumi hayatı yaşamayı düşünmüyor değilim.

hayatında bunu yapmamalıydım (pişman olduğun) dediğin herhangi birşey yaptın mı? Yaptıysan nedir?
-Genelde pişmanlıklarım "tüh, keşke yapsaymışım" şeklinde oluyor. Detay vermek istemiyorum ama!

amanın ne hoş kızların sana gizli hayranlıklarını açıkça bildirebilecekleri bir alan...
-Her zaman şeffaflıktan yanayım.

shibumi'nin yaptığı gibi ileri derece öldürme taktiklerini öğrenmek ister miydin? (kredi kartıyla mesela?)
-Bazılarını (özellikle kalemle yapılanları) biliyorum desem inanır mısın? Geliştirmek isterdim tabi.

hız mı? ivme mi?
-İvme, hız ivme'nin heyecanını vermiyor.

bir toplantıdasın. çok alımlı bir kadın içeri girdi ve sana "benimle akşam yemeği yer misiniz bu akşam?" dedi. Cevabın ne olurdu? (ama çok alımlı bak!:))
-Alımlı kadınlar benimle ilgilenmiyor. Dilim dolanır bir cevap veremezdim.

aşık olduğun kadın "ya motorun ya ben! seni paylaşmaktan bıktım!!" derse, cevabın ne olurdu?
-"Benzin almam gerekiyor, görüşürüz" derdim.

aşık olduğun kadın (ama bak adriana lima gibi birşey) "ya motorun ya ben! seni paylaşmaktan bıktım!!" derse, cevabın ne olurdu?
-Hayatta kimsenin beni kısıtlamasına izin veremem. Sanırım en değerli prensiplerimden biri haline geldi bu. Bu konuda çok netim. Adriana Lima'nın kendisi bile olsa.

Götünün bu kadar kalkık olması için özel bir çaba sarf ediyor musun?
-Doğuştan gelen bir yetenek.

motoruna sonsuz bir güç verildi ve istediğin yere çok kısa sürede gidebileceksin. şuan nerede olmak isterdin?
-Para da kazanabilecek miyim aynı anda? Büyük ihtimalle kum üzerinde, masmavi denize 30 adım mesafede, güneşli bir sahilde bir bungalow'un verandasında şort ve gömleğimle olmak isterdim.

Bekaret senin için önemli mi?
-Hiç bir önemi yok (hatta olmamasını tercih ediyorum).

Unutamadığın komik bir anın var mı? Varsa ne bizde gülelim.
-Bugün aklıma gelen bir tane; Bir seferinde trafikte tüp kamyonu devrilmişti ve yol durmuştu. Sebep de malum, insanların başına toplanıp izlemesi. Tam kazanın olduğu yere geldiğimde camı açıp "BUM!" diye bağırdım. 25 kişi falan korkudan havaya sıçramıştı. Sinirden yapmıştım ama çok da gülmüştüm sonrasında.

Hayatına anlam katan en önemli şey ne?
-Motosikletim. Her binişimde bir kez daha anlıyorum.

Motosiklet aşkın ilk ne zaman başladı? Nasıl keşfettin?
-Çocukluktan. Kadıköy'de büyüdüm, Bahariye Caddesi o zamanlar trafiğe açıktı. Motosikletli (supersport) abiler anneannemlerin evinin sokağından yukarıya, Bahariye Caddesi’ndeki bilardo salonuna gaz açarlardı. Seslerini duyduğum anda oyunu bırakır cama koşardım onları izlemek için. Dışarı çıktığımda da arkadaşlarımla bilardo salonu önündeki motosikletlere bakar “bu benim-şu senin” şeklinde motorları aramızda paylaşırdık. Ailem hiç bir zaman sıcak bakmadı ama kendi paramı kazanmaya başladığım günlerden bir sabah uyandım ve aniden kalkıp kursa kayıt oldum. Bu denli tutkulu olduğumu bilmezdim =)

Arkadaşların arasında sana verdikleri takma bir isim(lakap) var mı? Birden fazlada olabilir.
-"Solid" derler. Anlamı: sağlam, dayanıklı güvenilir, (kişi) saygın, ciddi, ağırbaşlı...
Patron, CEO, Yüce İnsan vs. bu tip şeyler de kullanırlar zaman zaman.

Senin yazılarını ve yorumlarına takip etmeye çalışıyorum.FF'ye üyede değilim.Ama senin gibi arkadaşım-dostum olmasını isterdim.Yeni dostluklara kapın açık mı?
-Dost kelimesini biraz hafife aldığımızı düşünüyorum. Dost, kişilerin hayatında derinlikli bir yere sahip insanlara denir. Fakat arkadaş elbette olabiliriz =)

anı yaşamak zamanla anısızlaşmak olur mu biryerde :S
-En güzel anılar o anlardan çıkar genellikle.

Kendini bir çizgi film kahramanıyla ifade et desem bu hangisi olurdu? Neden?
-Speedy Gonzales. Çok güçlü değil ama yine de yenilmez, çok da eğlenceli üstelik.

Gayet sıradan, ortalama bir adam olmana rağmen friendfeed'te neden olmadığın gibi davranıyorsun? (elit, zeki vb)
-Beni yanlış tanımışsın, güneşli günlerde bahçemde kriket oynayan bir ilim irfan paratoneriyim ben =)

Kendini yakisikli buluyor musun?
-Bu konuya kafa yormuyorum. Hanımlara bırakmalı...

buraya bazı soruları kendin ekliyormuşsun diyorlar doğru mu?
-Özellikle muhteviyatında iltifat olan soruları kendime soruyorum. Böyle mutlu oluyorum ben.

FriendFeed nedir sence?
-LagaLuga. Yerli versiyonunu yapacak olsaydım bu ismi koyardım herhalde.

Bugüne hafızanda yer etmiş, her daim gülümseyerek hatırladığın olay,durum yada anın var mı? Varsa anlatır mısın?
-O kadar çok var ki... Kategoriler halinde, arkadaşlar, aile, sevgililer, yalnız başıma, iş ortamları... Bir seferinde okuldan bir arkadaşın babasının cenazesine gitmiştik, topluca gittiğimiz ve arkadaşlar da hocayı takip ettiği için (ben farkında olmadan) cami'ye öğle namazını kılmaya girmişiz. Ben de topluluğa uyuyorum, kılar gibi yapıyorum... Fakat o kadar uzun sürüyor ki, dönüp yanımdaki arkadaşıma aniden "daha kaç rekat kaldı lan!" diyorum ve aniden gülme krizine giriyoruz. Elbette gıkımızı dahi çıkaramadan =) Her hatırladığımda çok gülerim ve "daha kaç rekat kaldı lan!" lafı onlarca favorite quote'tan biridir bizim için =)

Bugüne kadar yaptığın en büyük çılgınlık ne?
-Herkesin çılgınlık metriği değişir. 20 metre yükseklikteki kayalardan derinliğini bilmediğim suya atlamak, trafikte polisten kaçmak, içmemen gereken o içkiyi fondiplemek, söylememen gereken sözleri doya doya söylemek, fırtınalı havada motosiklet üzerinde yüksek hızla otoban geçmek... Daha bir çok şey var, birini seç bakalım...

Ciddi;

Karamsarlığa düştüğünde yada içinden çıkamayacağın bir durumla karşılaştığında bununla nasıl başa çıkarsın? Verebileceğin tavsiye nedir?
-Karamsarlık zaman zaman elbette oluyor ama içinden çıkamayacağım durumlar henüz olmadı şükürler olsun ki... Olursa da zamana bırakmak lazım. Karamsarlığı kolayca dağıtan bir yapım var, olayların detayları üzerinde çok fazla durmamaya gayret ediyorum, sonuca bakıyor ve ona göre hareket ediyorum. Zaten içinden çıkılmaz durum dediğin nedir ki? Zamana bıraktığında her şeyin hızla iyileştiğini görüyorsun bir şekilde...

3 yıl önce bugünlerde sen?
-3 yıl önce bu tarihlerde askerdeydim, halen acemiydim. Kariyer konusunda şu halime göre çok junior'dım. Daha saftım, daha öğrenci tadındaydım. Hırslıydım ama hedeflerim daha küçüktü. O zamanların da kendine has bir güzelliği vardı ya, ama tabi ki ASLA bugüne değişmem!

Pazarlama öğrencisine ne tavsiye edersiniz? Kendini nasıl geliştirmeli? Siz öğrenciyken bu amaçla neler yaptınız? Şimdiden teşekkürler...
-Ben yalnızca hangi alanda çalışmak istediğimi keşfedene kadar staj yapıp durdum. En güzel öğretici iş hayatıdır. Bunun dışında zihnini açmak için yabancı kaynaklı ve yerli blogları okuyabilir, trend takibi yapabilirsin. Ancak, trendlere çok fazla takılıp da iş hayatından uzak kalmamaya çok dikkat etmek gerekir. Mühim olan, bunları koşullara uygun biçimde uyarlayabilecek yenilikçi uygulamalar geliştirebilmek olmalı.

Kendinde en çok neyi eleştirirsin?
-Her ne kadar rahat gibi görünsem de, aslında en rahatsız olan kişi en çok düşünen kişidir. Bazı şeyleri hala gereğinden fazla düşünmemi eleştiriyorum. Biraz daha iplerimi salmam gerek.

Networking konusunda başarılı mısın?
-Benim networking'den anladığım, arkadaş gibi davranıp insanları moneytize etme yollarını aramak. Bu konuda başarılı değilim. Ancak iyi diyaloglarla bağlantılarımı geliştirebiliyorum.

Soyadının aileden gelen bir hikayesi var mı? Paylaşır mısın? Neden? Kumcuoğlu.
-Var. Kumcuoğlu ailesi eskiden müteahitlik yaparmış, şimdinin Ağaoğlu'nu falan düşünün, onun gibi... Tuğla ve kum tedariği yaparlarmış, İstanbul'un dört bir yanında depoları varmış. Sıkı dur, en enteresanı geliyor, şu anda Üsküdar motor iskelesinin yanındaki Beşiktaş İskelesi Kumcuoğlu Ailesi'ne ait bir iskeleymiş, denizden kum çıkaran gemiler yanaşır ve yüklerini boşaltırlar, buradan da sevkiyat yaparlarmış. Ancak, türlü anlaşmazlıklar ve aile içi sorunlardan ötürü tüm servet gitmiş. Hala çok zengin olan Kumcuoğulları var, ancak benim kendileriyle pek alakam yok. Böyle enteresan bir hikayesi vardır Kumcuoğlu soyadının.

İş hayatı dışında üye olunan dernek veya kulüpler var mı?
-Hiç bir kulüp ya da dernekle ilgim bulunmuyor. İki sebepten ötürü; 1-Bütün bunlara vakit ayırmaktansa kendim için bir şeyler yapmayı tercih ediyorum. 2-Genelde bu tip yerler hiyerarşik bir yapıda hizmet ediyorlar, benim de kendileriyle pek aram yok.

Hiyerarşik yapılarla pek aram yok demişsin...Otoriteyle problemin var mı? Hep ön planda mı olmak isteyen birisin?
-Her zaman istemem, zira bazı durumlarda ikinci, hatta üçüncü kişilerden olmak çok daha akıllıcadır. Fakat evet, anaşirst olmamama rağmen otoriteyle ciddi problemlerim var.

Sen de okuldan mezun olur olmaz havalara girdin mi? (Şu an piyasadaki çoğu çoluk çocuk böyle de...)
-Bana ne babamdan para kaldı, ne de torpille işe sokacak bir tanıdığım vardı. Benim havaya girecek lüksüm maalesef hiç olmadı.

Evde kiminle daha iyi anlaşırsın? Annen ile mi? Baban ile mi? Hani derler ya '' Arkadaş gibiyiz''diye sende de öyle bir durum var mı?
-Babamı küçük yaşta kaybettiğimden ötürü böyle bir opsiyonum pek bulunmamakta. Fakat annemle gerçekten arkadaş gibiyizdir. Bazı durumlarda kendisinin mentoru haline geldiğimi bile söyleyebilirim.

Geçmiş ve gelecek senin için ne ifade ediyor. Açıklar mısın?
-Geçmiş demek, tecrübe demek. Gelecek ise fırsat... Geçmişe bakıp pişmanlık duyulmaz ya da hayıflanılmaz, yapılan doğrular ve hatalar tartılır. Geleceğe bakarken de karamsarlığa ve endişeye yer verilmez, "nasıl daha iyi hale getiririm"e odaklanılır bende.

Tek kelimeyle özetlemen gerekseydi kendini, o ne olurdu?
-En zor soru bu oldu ya. Cevap veremiyorum. Kendimi yeteri kadar tanımadığımdan olabilir.

Tezini bitirebileceğine gerçekten inanıyor musun?
-Aslında, konu artık o kadar ilgimi çekmiyor. Business environment'dan uzakta bir sürü saçma sapan insan iletişim ve pazarlamanın merkezine sosyal medya'yı koyuyor. Oysa, onlarca tool'dan yalnızca birisi bu. Sıkıldım o yüzden konudan. Üstelik, çok meşgulüm! Tez demeyin bana...

Peki neden herkesin ağzında "sosyal medya" dır gidiyor?
-Keşfedilmemiş, bakir, rantı bol... "Hazır kimseler anlamamışken elimden geleni yapayım. Gerçek profesyoneller buraya gelmeden şanımı yürütemezsem yaşama şansım pek olmayacak". Bilmem anlatabildim mi?

Günümüz ekonomik şartlarını da düşünerek; kariyer planlaması vaad etmeyen bir yerde çalışmak mı yoksa işsiz kalmak mı?
-Ne olursa olsun öncelik "tecrübe kazanmak" olmalı. Kazanılmıyorsa bile bir şekilde rölanti halinde, meşgul olmalı insan. Motoru stop ettirmek iyi bir fikir değil.

Şu ana kadar çalıştığın yerlerde öğrendiğin en önemli şeyleri birer cümleyle yaz desem...
-Günün sonunda alkışları toplamanın değil, "başardığını" bilmenin gizli tatminini yaşamayı öğrendim. Gittiğim yerlerde iş yükünden gocunmayıp bunu gelişim için fırsat görmeyi öğrendim. Son olarak da, bir şey yanlış gittiğinde mazeret bulmak ve sorunun nereden kaynaklandığını çözmek yerine "durumu nasıl hızlıca düzeltebiliriz" üzerine odaklanmayı öğrendim. Kötü yönetici nasıl olunur, bunu da öğrendim. Bunların hepsini çalıştığım yerlerde öğrenmeme rağmen, -olumsuz örnek hariç- birlikte çalıştığım insanların hiç birinden öğrenmediğimi de belirtmek isterim.

İnsanlar plan yapmaya çok vakit harcadıkları için aksiyon alamıyor olabilirler mi?
-Kararları denize atlamak gibi, plan yapmayı ise iskelenin ucuna kadar gelip suyun soğuk olduğundan endişe etmeye, derinliğini anlamaya, akıntılı olup olmadığını anlamaya çalışmaya geçirmek gibi düşünün. Böyle bir durumda ya birinin bizi itmesini, ya da cesaretimizi toplamayı ve suya girmeyi bekleriz. Oysa suya bir kere girince ne kadar gereksiz zaman kaybettiğimizi anlarız.

Kariyer planın?
-Gerçekten, hiç bir planım yok. Sadece işimi iyi yapmaya ve çalıştığım yerlerde anlamlı değişimler yapmaya odaklanıyorum. Sanırım bu plansızlıkla her şey daha iyi gitti.

Sakar mısın? Bugüne kadar yaptığın en büyük sakarlık ne?
-İlk stajımda büyük iş başarmış olmak için supervisor'ıma sormadan öğlene kadar fatura girdim ve çıktılarını aldım. Sunduğumda faturaların tarihlerinin olmadığını ve bir balya faturanın çöpe gitmesi gerektiğini söylemişti. Epey utanmıştım.

7 Aralık 2009 Pazartesi

Türk kadınının benchmarking sorunsalı

Türk kadınlarının kendilerini sürekli başka ulusların kadınlarıyla "benchmarking" yapmasına anlam veremiyorum.

Bu kıyaslamadan kendi adına olumlu sonuç çıkaramayan kadınlarımızın kendine güvensizliği artıyor ve bunun yansıması da diğer ulusların kadınlarından nefret etmek, Türk erkeklerini başka ulusların erkekleriyle kıyaslayıp, hatta onları aşağılayarak cezalandırmak oluyor.

Belki de sorun buradadır.
Ben yakın çevremdeki erkeklerden bugüne kadar "İtalyan erkekleri bizden yakışıklı" diyen kimseyi duymadım. Kadınlar, -yabancı hemcinslerinin varlıklarından rahatsız oldukları besbelli- bu konuda fazlaca sıkıntı yaşıyor ki yansıması da bu tip tartışmalar oluyor.

Unutmadan, bir de, "Türk erkeklerinin yabancı kadınlara kaçma" durumunu "bezginlik" olarak görüyorum.

Zaten arz-talep dengeleri bu denli altüstken kadınlarımız "çirkin" erkeklerimizden bir merhaba'yı esirger, sokakta yüzleri asık kaşları çatık gezer, sosyal bir sohbet amacıyla konu açmaya çalıştıklarında kendisine ilgi gösterildiğini düşünüp insan değil tanrıça olduklarını zannederlerse ellerindeki beğenmedikleri adamları da kaçırırlar...

Türk erkeğinin bir stereotip olduğunu kabul etmiyorum.
Erkek yaradılışı gereği her yerde aynıdır, istediğini aldıktan sonra kendisine başka hedefler arayacaktır. Farkı yaratan, hedefine ulaşma metotları ve ulaştıktan sonra uzaklaşma şeklidir bence. Herhalde yabancıların egzotizmi farklı bir etki yaratıyor (aynı şeyi Rus kadınların Türk erkeklerine kapılmasıyla da açıklayabiliriz belki?).

Mütevazi olmayı öğrendiğimiz, karşı cinse karşı öfkelerimizden arındığımız neşeli günler diliyorum hepimize.

Not: Daha önce bir blogun altına yorum olarak yazmışım bu yazıyı, görünce burada da bulunması gerektiğini düşündüm.

1 Kasım 2009 Pazar

Bir traşın anatomisi...

20 Ağustos 2009 Perşembe

İlk görüşte aşk

"O'nu çok sevmedin galiba" diye sordu arkadaşım...

Anlatmaya başladım...

O'nu da sevmiştim bir zamanlar...
Fakat, aramızda bir tutku, bir kıvılcım hiç bir zaman olmadı. Biraz zorunlu, biraz da alışkanlıktan ötürü bir birliktelikti zaten bizimki.
Bunda onun mu, benim mi kabahatim var bilmiyorum.
O sakinliği severdi, ben adrenalini... O "önce sevgi" derdi, ben "önce tutku".
Günün sonunda birlikte aynı eve giriyorduk belki, ama bu zıtlıklarımız yüzünden birbirimize karşı isteğimiz kalmamıştı. Aynı hisleri paylaşmadıktan sonra, aynı ortamda olmanın ne değeri var ki?
Zaten son zamanlarda kendisiyle fazla da görüşmemeye başlamıştık. Canımı sıkmamaya karar verdim, yollarımızı ayırdım ve akışına bıraktım.

Sonra... Kızıl'la tanışınca herşey değişti. Uzun zamandır hissetmediğim şeyleri onda hissetmeye başladım. Yasak aşk'ın çekiminden olsa gerek, belki ilk kez aşık olduğumu düşünmeye başladım.
Kıskançlık, emek, özveri, sahiplenme, ihtiras...
Onunla tutku dolu zamanlar geçirdik.
Kimi zaman birbirimizi incittik, kimi zaman birlikte bir şeyleri başardık, kimi zaman da yüksek dozda heyecanlı anlar yaşadık.
Her yere birlikte gittik, ellerim, birlikte olduğumuz süre boyunca ellerini hiç bırakmadı. Ona dokunmayı, kokusunu hep özledim.

Bu tutkuya rağmen, her ilişkide olduğu gibi bir süre sonra ateşimiz söndü. Ona karşı isteğim azalmıştı, ama yaşadıklarımızın hatrına ona olan sevgimi hep canlı tutmaya çalıştım.


Ve bir gün, hiç beklemediğim bir yerde, hiç beklenmeyen zamanda karşıma çıkan o esmer...

Benim aklımı başımdan alan ve son günlerde kendisinden başka hiç bir şey düşünememe sebep olan da bizzat kendisidir.
Görüntüsü, ses tonu, duruşu... Ona bakması dahi beni baştan çıkarıyor, onu düşünmek karnımda kelebekler uçuşmasına sebep oluyordu...
Bana hissettirdiklerini herhalde hiç bir kelimeyle tarif edemem.

İlk görüşte aşık oldum ona.
Aklımda ona sahip olmaktan başka hiç bir şey yoktu.
Ne yaptım, ne ettim, elimden geleni ardıma koymayarak ona sahip olmayı başardım.

Daha önce hiç böylesini yaşamadığımı, ona sahip olduktan sonra anladım.
Sesini her duyduğumda heyecandan deliye dönüyor, dokunacağım zaman ateş basıyor, her gördüğümde nazar değmesin diye dualar ediyorken buldum kendimi...
O esmer'le her sabah ve her akşam tutkularımızı paylaşıyor, adrenalini artırıyor, aşkımızı perçinliyoruz...

Seni seviyorum.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Kişilerarası CRM'sel...

Hiç cevap vermediğiniz halde her sene kandil mesajı atan arkadaşlarınız/tanıdıklarınız var mı?

Bu durum beni sinirlendirmese de ciddi ciddi düşündürüyor. Senede 5 kere aynı kişilerden benzer metinleri alıyorum. Hiç bir seferinde cevap yazmadığım gibi, mesajı da okumamın ardından derhal siliyorum.

O zaman niye her seferinde SMS'le kandil kutlaması?

Bir de aile büyüklerine (dedelere, anneannelere) SMS'le aynı mesajları göndermek var ki...
İnsanların gözleri zaten zor görüyor, telefonu ancak kullanabiliyorlar.
Söz konusu mesajları torunlarına okuttuklarında zaten bir sonraki kandil gelmiş oluyor.

Madem teknolojiye uyduk...
"Amin yaz, 3540'a gönder, duaların kabul olsun" diyorum.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Çok pis (sübjektif) saptamalar yaparım

Şimdi yapacağım, sıkı durun...

Yok, ben o "Uzun menzilli kurusıkı"lardan değilim.

Fakat, söyleyecek çok kısa bir şeyim var.

Madem böyle bir saptama yapacaksınız, o halde "X yerdeki Z ve Y popülasyonları"nı kategorize ederken, yanına +1 kategori daha eklemeyi unutmayın.

Örneğin Friendfeed ortamındaki insanları elinizdeki (kendi yorumlama ve gözlem yeteneğinize dayanan) verilerle çeşitli şekillerde kategorize ederken (davranış modeli bunlar arasında en revaçta olanı), mutlaka "Ciddi bir sosyolojik saptama yaptığını zannederek kitleleri uyandıran adam" kategorisini ekleyerek kendinizi de olaya dahil edin.

+1 kategori daha eklemek önemli. Numuneleri es geçmemek lazım.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Erkeklerin "yolda çiçek taşıma" sıkıntısı

Erkekler neden ellerinde çiçek varken huzursuz olurlar?
Bunu düşündüm dün akşam.

Sebebi de, Pamuk Prenses'le Bahariye Starbucks'ta gördüğümüz, elindeki çiçekleri, vereceği kişinin münasip yerlerine sokacakmışcasına yürüyen sert bakışlı arkadaş'tır. Ona ithaf ediyorum bu yazımı...

O yüz ifadenin sebebi neydi arkadaşım? O çiçekleri yol boyunca taşıttığı için sevgiline sövüyor musun?

O bir deste kırmızı gül'ü, trafikte yandaki arabadan küfür yemiş ve sinirle arabandan "haydar"ını kapıp fırlamış edasıyla tutmanın alemi neydi sorarım sana?
Elinde tuttuğun, sevdiceğin için aldığın çiçeklerin kabahati nedir ki parmakların boğum boğum olmuştu demeti sıkmaktan?

Sonra çözdüm...
Bir çok erkek, benzer pozisyona düştüğünde etraftaki diğer erkekler tarafından alaycı bakışlara maruz kaldığını düşünüyor.
Oysa ki bilmedikleri bir şey var; alay edilmiyor, kıskanılıyorlar!

Evet, seni kıskanıyorlar arkadaşım.
Hayatında o çiçeği vereceğin, seni mutlu eden bir sevgilin, güzel bir annen veya değerli başka birileri var ve bu, dışarıdaki bir çok insanı mutsuz ediyor!

Aklı olan adam bu negatif düşünce akımından sıyrılır, hasetle bakan yüzlere inat ışıl ışıl bir yüzle, dimdik taşır çiçeğini.

Haydi git şimdi, bir daha öyle görmeyeyim seni. Çiçeklere de iyi davran, (TT'ye özel edit) çevrendekilere de.

19 Nisan 2009 Pazar

Cambaz

Çocuk değiliz.
Hani karşındakini görürsün, duyarsın, hissedersin ama "yok, daha vakti değil" dersin...

Bazen şeytan dürter, "haydi, tam sırası!" diye haykırır.
Kafayı başka tarafa çevirir, dikkatini dağıtmaya çalışırsın, pas geçersin anı.
Sonra gecenin bir vakti o anı hatırlayıp şeytana uymadığın için bir küfür patlatırsın.

Neden cesaretini toplayıp harekete geçemediğini düşünürsün... Niye böyle tutuk kaldığını anlamaya çalışırsın... Çıkamazsın işin içinden.

"Hani küçük çocukların eline, o çok sahip olmak istedikleri güvercinleri verirler de, hem güvercini rahat ettirmek hem de kaçırmamak için ellerinin ayarını tutturma tedirginliği yaşarlar ya... O hesap işte!" dersin.
Kendini metaforlarla ifade etmeye çalışır, hayatını kurtaracaklarını sanırsın.

Birisine ne kadar kıymet biçersen, o kadar inceliyor onun kalbine ulaşmak için üzerinde yürüdüğün ip!


İşte, altında ateşler olmayan o incecik ipin üzerinde yürüyorum bugünlerde.
İnsan karşıya ulaştığını bile bile şeytanını dinlemez mi?
Bir dahaki sefere, kulağım kendisinde...

15 Nisan 2009 Çarşamba

Çevremde...

Güler yüzlü insanlar istiyorum...
Çevresine kara bulutlar saçmayan, her sorunda car car söylenmeyen...

Sorunları aşabilen insanlar istiyorum...
Takılıp kalmayan, uyandığında yeni bir güne keyifle başlayabilen...

Sağduyulu insanlar istiyorum...
Durumunu ve çevresini iyi tartabilen, ayakları yere basan...

Sakin insanlar istiyorum...
Öfke nöbetleri geçirmeden, sakinliğiyle karşısındakileri utandıracak...

Hayatla barışık insanlar istiyorum...
Kötümser olmayan, laf dalaşına girmeyen, her taşın altında gedik aramayan...

İçten insanlar istiyorum...
Sevincini de hüznünü de içinden geldiği gibi paylaşan, biriktirmeyen, sinsi olmayan...

Kaliteli insanlar istiyorum...
Hayatı yaşamasını bilen, mutluluğu amaçlayan, ağzı laf yapan değil iki kelimeyi bir araya getirip konuşabilen, özgür, idrak yolları açık, iletişime, diyaloğa ve yeniliğe sıcak bakan, hatalarından ders alan, durması ve susması gerektiği yeri bilen...

İstemediklerimi düşünerek hazırladım bu listeyi.
Tersine düşünün; ne istediğinizden ziyade, ne istemediğinizi sorgulayın. Daha sağlıklı sonuçlar elde edeceksiniz...

30 Mart 2009 Pazartesi

Your mom must be proud!

Sarkastik bir yaklaşımla böyle denir, büyük düşündüğünü, büyük iş başardığını sanan insanlara.

Bu sabah, yatağında uyuyan kardeşimi gidip öpmeme ve içten içe onunla gurur duyduğumu söylememe sebebiyet veren bir yaklaşıma şahit olduğumdan bunu yazıyorum.
Henüz yeni 18 yaşına basmış kardeşimin, arkadaş çevresinin büyük çoğunluğunun apolitik olmasına rağmen ülke ve dünya siyasetine karşı duyarsız olmadan, en temel vatandaşlık haklarından olan oy kullanma görevini ilk kez sandık başına giderek yerine getirdi.

Bu nosyonu alamayıp bununla övünen çocuklara da "your mom must be proud" diyorum. İçimden.

İşin en kötü yanı, bu gençlerin kendilerini demokraside söz sahibi bir birey olarak görmemeleri.
Sandığa gidilip inandığı ama azınlıkta olacak partiye verene saygı duyarım. Yine sandığa gidip, boş atanı dahi kabul edebilirim. Ancak, sandığa bile gitmemek...
İnsan, kendini bile ciddiye almıyorsa, etrafından nasıl saygı bekleyebilir?

Kaçış yolları ise "kendilerine yakın bir aday" bulamamaları.

Bütün bunlar, 80 sonrasında gerçekleştirilen apolitikleştirme çabalarının meyveleri aslında. Hem de, beklenenden çok daha başarılı bir şekilde, zira bu çocuklar bunları söylerken utanç dahi duymuyor, göğüslerini kabarta kabarta kendilerini belli ediyorlar.

Konuşacak bir şey yok ama söylenecek çok söz var.
İçimden "bu çocuklar adam olacak, evlenip barklanacak, çocuk yetiştirecek" diyorum...
Tahayyül dahi edemiyorum.

11 Mart 2009 Çarşamba

Aşk 2.0

Kadın, arabaya biner binmez "Sakın bana dokunmaya kalkma!" dedi. Adam, onun elinin sıcaklığını hissedebilmek için ölüyordu oysa ki...

-------------------------

Kişilerarası iletişim şeklimiz çok değişti.
Modern zamanlarda aşk gerçektekten de uçup gitti.

Haydi, size yukarıdaki adamla kadının hikayesini anlatayım.

Üniversite boyunca 5 sene aynı bölümde okudular. Birbirlerini değil tanımak, görmediler bile.
Çünkü ayrı dünyalardaydılar; çocuk bir hedonist, kız ise idealist'ti.

ICQ'nun olduğu günlerde ellerine tanışma fırsatı geçmişti, çünkü bir forumda başlayan mesajlaşma, onları ICQ'da bire bir sohbete yöneltmişti.
Aynı bölümde olup farklı dersleri almalarından ötürü merhabalaşamadılar.
Sonra ICQ devri kapandı, onlar da birbirlerini -fiziksel anlamda yakın olmalarına rağmen- unuttu gitti, bir çok sanal arkadaşlıkta olduğu gibi...

Uzun zaman geçti, şans bu ya, üniversite son sınıfta, ortak bir proje esnasında tanıdılar birbirlerini.

Bu zaman zarfında çocuk, genç bir adam olmuş, ayakları yere basmaya başlamış vaziyette, hayatının kontrolünü eline almaya hazırdı.
İşine gücüne bağlı, yaptığı işi çok iyi beceren ve duyguları sürekli kontrollü olan bu genç adam, idealist kızın başını döndürdü.
Daha önce hiç bir erkek ona ilgi göstermemezlik etmemişti çünkü.
Kız ona sonradan, "Hiç kimse bana, sana karşı hissettiklerimi hissettiremedi, başımın bu denli döneceğini hayal bile edemezdim" diyecekti ona.

Önce birbirlerinin telefonlarını aldılar. Malum, öğrencilik zamanının kısıtlı bütçesiyle kısa kısa konuşmalar ve bol bol bedava SMS'lerle bir süre flört ettiler.
Artık MSN Messenger'da birbirlerini eklemenin vakti çoktan gelmiş de geçiyordu...

Kız, o zamana kadar bu gizemli genç adamı yalnızca yakışıklı ve heyecan verici bulurken, onunla geceler boyu sanal ortamda yaptığı sohbetlerle onun hayatının dışa vurmadığı kesimleri de keşfetti.

Bir süre sonra bu duyguların hepsi, aşk oldu.

Dolu dolu, büyükçe yaşadılar aşkı. Ne yaşadıkları onlara kalsın...

Uzun bir süreden sonra bu modern aşk hikayesi nedensiz sebeplerle, gereksiz dolduruşlarla solmaya başladı.
Beklenen oldu ve araları bozuldu.
Ne olduysa da oradan sonra oldu.


Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, elleri birbirinden ayrılmayan, gözlerinden ışıklar saçan, aynı yastıkta uyuyan, yüzlerinden gülücük eksik olmayan o adam ve kadın, birbirleriyle sağlıklı iletişim kuramaz hale gelmişlerdi. Ancak, ayrılamıyorlardı da.

Erkek kabul ediyordu. İnce bir insan değildi, ama durumu düzeltmek amacıyla bir cevap aradıkça, kadın ondan uzak durdu. Erkeğin farkında olduğu şey, gururu bir kenara bırakıp sevgisini geri kazanmak istediğiydi, ve bunun için çabaladı da.
Kadın, -üzüntüden kontrolünü yitirmiş olsa gerek- sürekli geri çevirdi onu.
Sonunda, erkek pes etti.

Erkeğin sessizliğinin üzerinden 1 hafta geçmişti. Artık ondan ne ses vardı ne seda. Halbuki daha önce hiç 24 saatten fazla birbirlerinden haber almadıkları olmamıştı.
Bu süre çok uzun geldi. Kadın kontrolü iyice yitirdi ve Facebook üzerinden anlamsız kıskandırma çabalarına girdi erkeği.
Yeni resimler yüklüyor, resimlerinin altına yorumlar alıyor, erkeğin hoşlanmadığı metaların her birini kullanarak onu kıskandırmaya, ondan bir tepki almaya çalışıyordu.

İstediği tepkiyi aldı. Erkek bu psikolojik baskıya daha fazla dayanamadı, ondan haber almamak pahasına, canı acımasına rağmen onu Facebook'tan engelledi, MSN Messenger'dan engelleyip sildi.
Artık görüşmüyorlar.

Geri kalan kısmı erkek perspektifinden biliyorum. Anlatayım...

O adam, aşık olduğu kadının bu davranışlarını hiç anlayamadı.
Kendi vakur duruşunu koruduğu için kendisiyle gurur duyuyordu, ama bir yandan da kederliydi.
"2.0 işte... Böyle oluyor bu zamanda demek ki..." deyip geçiştirmeye çalıştı.
Çünkü kafasını bu konu üzerinde daha fazla yorarsa, akli dengesini yitirmeye başladığının farkına vardı. O yüzden silmişti onu zaten.

Sordular, "Karşına alıp konuşmayı denedin mi?" diye.
2.0'da konuşmanın değeri olmadığını nasıl anlatabilirdi etrafındakilere?
Cevabı "Söylenecek çok şey var, ama konuşacak hiç bir şey yok" oldu.

O, çoktan kabullenmişti 2.0 kurallarını.
Birbirlerinin seslerini duymadan, duygularını hissetmeden, Facebook üzerinden oynadı taraflardan birisi son kozlarını. Birbirlerine bir nefesten daha yakın olan bu çift, imalı status mesajlarıyla, yeni fotoğraflarla, yorumlarla toparlamaya çalıştılar bu ilişkiyi.

Belki de ihtiyaçları olan tek şey, sıcacık bir dokunuş, bir öpücük, ya da uzun zamandır ihtiyaçları olan, başbaşa kalabilecekleri uzunca bir yalnızlıktı...

-------------------------

"...eğer elimi tutmaya kalkarsan arabadan inerim!" diyerek, gereksiz bir açıklama yaptı tekrar kadın. Halbuki, ilk cümlenin ağırlığı altında erkek zaten ezilmişti.

İnsan böylesi bir öfkeye karşı ne yapabilir?


Benim notum: Hayat taşıması ağır bir yük, ama bu yükü taşımak bu denli zor olmamalı. Onu gözümüzde büyüten biziz.
Elimizdekileri kaybeden de...

5 Mart 2009 Perşembe

5 dakikada Beşiktaş, 63 dakikada Avcılar!?!






İstanbul tarfiği ile herkesi bunalttı.
Allahtan "Saraylı Muhallebici" seçimlere 25 gün kala İstanbul'un bir ucunu, öteki ucuna bağladı da rahatladık!?


Aslında metrobüs yoluna astığı "Metrobüs açılışına ....gün kaldı" pankartlarını bıkıp usanmadan her gün yanileyen belediyeyi kutlamak lazım. (Önceleri "mavi branda üzerine neden beyaz sticker yapıştırıyor?" demiştim. Fakat sonradan belki de her gün değiştirdiğine dikkat çekmek istiyor dedim.:))


Açılışla birlikte duraklarda ve İstanbul'un çeşitli yerlerindeki billboard ve raketlerde metrobüs iletişimi yapılıyor. Sloganımız:

"Söğütlüçeşme-Avcılar arası 63 dakika"


Şimdi insan ister istemez düşünüyor, 63 dakika kimin algısını olumlu etkiler? Hangi vatandaş "Vay be demek sadece 63 dakika! İnsan gezmek için bile gider gelir yani" der?


Elbette eviniz Avcılar'da işiniz Kadıköy'de ise metrobüs işinizi oldukça kolaylaştıracaktır. Fakat insanların ilgisini çekip "vay be" dedirtecek vaadin "63 dakika" olmasını aklım almıyor.


Rakamlarla haber yapmak ve rakamlara PR değeri yüklemek oldukça kullanılan bir yöntem.
Fakat zaten çoğu zaman rakamlar insanlara bir şey ifade etmez. Bir kıstas bir , bir kıyas gerekir.

Ergenekon iddianamesi 2544 sayfa dersem uzun olduğunu çoğu insan anlar.
Ama iddianameyi, ortalama bir Türk vatandaşının ara vermeden 68 saatte, yani neredeyse 3 günde okuyabilir dersem farklı bir etki yaratırım.

Amerikalılar'ın %7'si hâlâ Elvis'in yaşadığına inanıyor dersem muhtemelen şaşırırsınız. Ama Amerika'da 22 milyonun üzerinde insan Elvis'in yaşadığına inanıyor dersem algı farklı olur.
Hatta muhtemelen siz de kafanızda kıyas yapar, belki de tüm İstanbul, bayramda Elvis'in elini öpmeye gittiğimizi düşünür, "yok artık" dersiniz:)

Sonuçta yapılan haberlere bakarsanız belediye sözünü tutmuş, yolculuk gerçekten 63 dakika sürmüş. Fakat deneme için aynı anda araçlarını da Avcılar'a yollayan muhabirler, kendilerinin olay mahaline "biraz" geç intikal ettiklerini görmüşler.

Olsun yine de metrobüs boş kalacak değil.

Ama doğru iletişim yapıp daha hızlı, güvenilir bir imaj yaratamazlar mıydı?
Sonuçta algı önemlidir, hatta herşeydir.
Şimdi ben size büyükşehir çalışıyor desem algı başka, İstanbul'un %45.3'ü çalıştığını düşünüyor desem başka, 1.918.686 kişi böyle düşünüyor desem bambaşka:)

18 Şubat 2009 Çarşamba

Barbar ağabey

Dün arabasının aynasına çarptığım, 3 saniye sonra hemen arabayı stop ettirip, inip, geçmiş olsun demek - özür dilemek için yanına yaklaşmak istediğim, ancak ben daha inmeye fırsat bulamadan bana saldırmak amacıyla arabamı yumruklamaya, kapısını zorlamaya ve camını kırmaya çalışan sayın barbar ağabeyime;

İyi ki kötü bir günümdeydim ve ağır davranıp arabamdan dışarı çıkma hatasında bulunmadım, yoksa birbirimizi hırpalayabilir, karakolluk olabilirdik. Bana bu sağduyulu yaklaşımımdan ötürü teşekkür etmelisin.

Ancak, sana kırgınım. Tek duyduğum şey "Çık dışarı it!" diye bağırışların. Halbuki arabamı yumruklamayı bırakıp beni bir dinleseydin;
-Sana solumdan gelen aracın beni sıkıştırdığını, onunla çarpışmamak için direksiyonu kırdığımı,
-Arabanın aynasıyla aslında alıp veremediğim hiç bir şey olmadığını,
-Arabanda oluşan hasarı karşılamak istediğimi,
-Senin zannettiğin üzere "it" olmadığımı, eğitim ve kültür seviyemi,
-Hatta "olur böyle şeyler yahu, iyi adammışsın" kıvamına geldikten sonra sana yaşadığım kötü günden dahi bahsedebilirdim.

Sen ne yaptın? 3 kuruşluk ayna için barbar gibi saldırmaya kalktın.
Kaybettin arkadaşlığımı.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Bir astsubay'dan öğrendim...

Askerdeyim. Ani Müdahale Mangası çavuşuyum ve astsubay'ın biri ile birlikte nöbetteyiz...

Gün uzun, sohbet konusu ilişkiler...
Bana 81 doğumlu, evli ve 2 yaşında bir çocuğu olduğunu söylüyor...

"Ne cesaret" diyorum, "para yok, pul yok, henüz çocuksunuz ve evlenip bir de çocuk yaptınız, öyle mi?".
"Neden böyle düşünüyorsun?" diye sordu.
"Varlık olmadan evliliğin yürüyeceğine inanmıyorum" dedim.

Bana hayatım boyunca unutamayacağım bir cevap verdi;
"Biz herşeyi birlikte yaptık. Evimize eşya alabilmek için birlikte biriktirdik, birlikte harcadık. Biz ilişkimizi nereden nereye getirdiğimizi bu şekilde görebiliyor, kıymetini çok iyi biliyoruz. Hazır şeyler her zaman cezbeder, ama bazı şeyleri birlikte yapmanın değeri bambaşkadır..."


Biz erkeklerin en büyük saplantılarından biri de, bir gelecek hayal ettiğimiz kadını refah içinde yaşatmaktır.
Refah anlayışımız
ise ağırlıklı olarak finansal verilerle tanımlanmıştır.


Bazen, bazı şanslı erkeklerin karşısına öyle kadınlar çıkar ki, başından itibaren birlikte büyümeye, gelişmeye, kalkınmaya, yorulmaya, elini taşın altına sokmaya çoktan razıdırlar; ve yine bazen, o şanslı erkekler bunu göremeyecek kadar içindelerdir saplantılarının.

"Kaliteli Hayat" hedefim için, tembelin biriyken, değişmek için plan yaptım ve bugünlere geldim.
"Mutlu Hayat", "Kaliteli Hayat"tan çok daha fazla istediğim bir bileşen.
Bunu formülize ettim ve şimdi ne gerektirdiğini çok daha net görüyorum. Uygulamak için şansım olursa da, mutluluk adına bunu başarmaya çalışacağım.

O gün bu konuşmayı yaptığım astsubay'dan duyduğum, fakat unutup bugünlerde hatırladığım bu sözleri artık çok daha anlamlı buluyorum...

3 Ağustos 2008 Pazar

Osman Sınav hazretlerinin yeni bombası; Doludizgin Yıllar !

5 para etmeyen, ve fakat ortalama Türk insanının beklentilerini rahatlıkla karşılayabilen dizilerin yönetmeni Osman Sınav hazretleri yeni bir dizi daha çekmiş, adı da Doludizgin Yıllar!


Fragmanında yakışıklı (!) baş aktörümüz caddede motorsikletiyle çılgın (!) makaslara giriyor, trafikteki araba sürücülerini çıldırtıyor ve bundan büyük keyif duyuyor. Üstelik, bütün bunları kafada bir kaskı bile olmadan yapıyor.

Şimdi, ben şöyle bir soru sorsam;

Sevgili yapımcılar, senaristler, yönetmenler...


Kamuoyunda zaten "motorsiklet kullananlar serseri it kopuklardır" algısı varken ve trafikte birsürü cahil şoförle boğuşurken, bir de niye bu algıyı böyle 5 para etmez prodüksiyonlarla kuvvetlendirmeye çalışıyorsunuz?


Gerçi Kurtlar Vadisi gibi bir illeti yurduma sokan arkadaş zaten bir hainden farksızdır, bu soru onun yanında çok masum ve çok anlamsız kaldı...

Artık günümüz gelse de, çıtayı biraz daha yükseltsek... Bir 24, Heroes, Dexter tadında prodüksiyonlara imza atacak kaliteli senaristler, yönetmenler, oyuncular görsek...
Çok şey istiyorum, değil mi?

Alteregomun notu:
Fragmanda gördüğüm kadarıyla, herhalde dizinin devamında baba parası yiyen arkadaşı, babası, ehlilleştirilsin diye bir çiftliğe gönderecek ve arkadaş, orada ata binmeyi öğrenip hayatını o şekilde dolu dizgin yaşayacak.
Uyanın ya, onlarca beygirden inip tek beygire binmek mi bir motorcuyu sakinleştirecek?
Haha!